[email protected]
İçinde bulunduğumuz günler Çin’in Vuhan eyaletinde ortaya çıkıp bütün dünyayı etkisi altına alan Çin Virüsü salgınını her gün ve her saat konuşmakla geçiyor.
Bütün ülkelerde insanlar eve kapanmış durumda.
Bu salgın sürecinin belki tek olumlu yanı insan kaynaklı doğaya verilen çevresel zararlara ara verilmesi. Buna karşılık hepimiz salgının ekonomi, işsizlik, insan psikolojisi ve sosyal hayata dönük yıkıcı tesirleri ile karşı karşıyayız.
Türkçeyi doğru kullanma anlamında Latince terimleri kullanmaktan kaçınmak hem toplumla daha kolay iletişim kurmaya hem de dilin gelişmesi bağlamında bir gerekliliktir.
Bu nedenle salgın sözcüğünün kullanılması daha doğrudur.
Bu yazımızda Çin Virüsü salgını atlatıldığında devlet ile toplum arasındaki ilişkilerin nasıl bir değişim geçirebileceğine ilişkin olası öngörülerimizi okuyucu ile paylaşmak isteriz.
Salgın birçok ezberi yerle bir etmiştir. Bunlardan ilki, belki de en önemlisi, 1990’larda küresel kapitalist ideologlarının öne sürdükleri ulus devlet çağının sonunun geldiği ve ulusal aidiyetin yerini kozmopolit bir aitlik duygusunun alacağı iddialarıdır. Gerçek şudur: Toplumlar can korkusunu derinden hissettiği bu günlerde onların imdadına sadece kendi ulus devletleri yetişmeye çalışıyor.
Aslında küreselleşme ideolojisi propagandası yapanlar ulus devletin sonu geldi söylemiyle bir iddia değil bir slogan ortaya atmıştı. Aslında bu iddiaların doğru olmadığını 2008 dünya ekonomik krizi kısmen ortaya koydu. Çünkü dünya çapında yaşanan ekonomik buhran yine her devletin kendi çaba ve becerisi ölçüsünde aşılabilmişti. Bu tarihten beri küresel sermaye yanlılarının, salt azami kâr ve asgari maliyet eksenine oturan yaklaşımlarının somut insanı görmezden gelen ve sadece sermayedarların geleceğini garantiye almaya odaklanan, çıplak kapitalist ideolojisi özgür dünyada sorgulanmaya başlamıştır.
Türkiye ise bu süreci doğru okuma bağlamında başarısız ve öngörüsüz bir yönetim sergilemiştir. Çünkü toplumun ortak ekonomik varlıkları haraç mezat satılmaya devam edilmiştir. Ayrıca kamu gelirleri de tıpkı parti devletlerde olduğu gibi oligarşik bir grup tarafından yağmalanmış, bu sürece itiraz edenler hukuk sopasıyla tedip edilmiştir. Değindiğimiz bu nokta ayrı bir yazıya konu edilecektir. Bu nedenle burada sadece bir parantez açmakla yetinilmiştir.
İçinde yaşadığımız salgın günlerinde küreselleşme propagandasının sürükleyici gücünü oluşturan ve dünya sermayesini elinde bulunduran küresel şirketler ortalarda gözükmemektedir. Oysa eğer ulus devlet aidiyetini aşan bir küresel kimlik inşası için bir fırsat varsa o da bu günlerdedir.
Mafya oluşumları bile İtalya gibi ülkelerde zayıf halk kesimlerine yardımda bulunuyor.
Küresel şirketlerin mafya kadar bile bir dayanışma duygusundan mahrum oldukları böylece ortaya çıkmıştır. Salgınla boğuştuğumuz bu günlerde küresel şirketlerin, yabani arılar gibi sadece iyi günlerdeki kazanımları yağmalayan birer aktör olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır.
Diğer yandan mafya yapılarının başka görünümler altında toplumsal etkinliklerini yeniden inşa etmeye girişmeleri, aslında, devletlerin de birel olarak sorunları çözmekte yetersiz kalmakta olduklarının bir yansımasıdır.
Küresel Çin Virüsü salgını toplumu hem devlete ilişkin kurguları sorgulamaya itmekte hem de kilit sorunların ancak vatandaşı olduğu devletçe çözülebileceği gerçeğini keşfetmektedir. Devletlerin kendi vatandaşlarını dünyanın dört bir yanından vatana taşımaları bunun en açık göstergesidir.
Öte yandan ABD gibi dünyaya hükmetme iddiasındaki devletlerin başka ülkelere gönderilen koruyucu maske gönderilerine fiilen el koyması küreselleşmenin patronu bir devletin bile kriz durumunda salt bir ulus devlet olarak davrandığını göstermektedir.
Küresel salgın sürecinde en kötü sınavı bölgesel bir yapılanma ve ulus üstü bir devlet benzeri örgütlenme içinde olan Avrupa Birliği vermektedir. Birlik üyesi devletler daha önce hiç kötü günlerde birlik ve dayanışma testinden geçmemişlerdi.
Çin Virüsü salgını AB üyesi devletlerin ortak bir üst bölgesel Avrupa kimliği etrafında birleşmelerine ilişkin kanıyı da darmadağın eden bir tablo üretti. Çünkü her üye devlet kendi sorunları ile baş başa kaldı. Böylece küresel aidiyet iddiasının yanında ortak Hristiyan Avrupa şapkası altında bir kaynaşmanın da pek mesafe kat etmediği görülmüş oldu.
Salgınla en iyi mücadele eden devletlerin ortak özelliği bunların birer sosyal devlet olmalarıdır. Çin hakkında bir değerlendirme yapmak çok anlamlı değildir.
Çünkü özgür basının olmadığı hemen her şeyin komünist parti oligarşisince belirlendiği bir ülke hakkında gerçekçi bir değerlendirme yapmak mümkün değildir.
Küresel salgın karşısında yürütülen mücadelede başarılarıyla öne çıkan devletleri Almanya, Danimarka, Hollanda ve Fransa olarak sıralamak mümkündür. İspanya ve İtalya gibi devletler salgını gizlemeksizin dünya ile paylaşarak krizi aşmaya dönük bir sonuç almaya aday görünmektedirler.
Bu devletlerin ortak özellikleri sosyal devlet anlayışına dayalı bir sosyal güvenlik politikası izlemeleri ve kamu harcamalarının gerektiğince denetlenmesidir. Bunlardan yedek akçesi olan devletler zayıf toplumsal kesimleri belirli bir ölçüde rahatlatıcı koruyucu önlemler almışlardır. Sosyal devlet politikalarının önemi bir defa daha ortaya çıkmıştır.
Türkiye de gücü ölçüsünde krizi aşmak için bunu yapıyor izlenimi vermekle beraber bu konuda çok iyi bir karneye sahip olduğun söylemek oldukça güç.
Güçlü sağlık alt yapısı şimdilik hastalara iyi bir tedavi imkanı sunmaktadır. Genel sağlık sigortasına önceden geçilmiş olması da ayrı bir avantajımızdır. Ancak kamu harcamalarını denetleyemeyen bir yönetim anlayışının, salgının aşırı ve uzun sürecek şekilde yaygınlık göstermesi halinde aynı başarıyı sürdürmesinin ciddi zorlukları olacağını tahmin zor değil.
Küresel salgının Türk toplumuna öğrettiklerini de görmek gerekiyor: Dönemsel eğilimlere kanarak ulusal ekonomiyi dış ekonomilere aşırı bağımlı hale düşürmenin ve ulusal bir tarım politikası üretememenin can yakan sonuçlarıyla yüzleşmeye hazır olmalıyız. Yerli tarımla uğraşan kesimi üretimden uzaklaştırıcı günlük politikaların sorgulanması ve tarımda kendine yeterli hale gelmeyi hedefleyen bir stratejiye yönelmek gerekiyor. Tam da bu noktada tarım alanlarında oluşan betonlaşma aşılması zor bir sorun olarak karşımıza çıkacaktır.
Salgın toplumları yönetici kadroları ve izledikleri yönetim anlayışı hakkında bir muhasebeye yönlendirecektir. Bu manada birçok kadronun iktidarı kaybedeceğini tahmin etmek bir kehanet olarak görülmemeli.
Bu değişim süreci demokrasilerde barışçı usullerle, otoriter rejimlerde ise siyasetin gizli dinamiklerine göre ama toplumsal beklentileri karşılamaya dönük gerçekleşecektir.
Sonuç olarak küresel salgın sonrasında bölgesel ve dünya çapında örgütlerin toplumların bire bir karşı karşıya kaldıkları sorunları çözmekte yeterli olmadıkları kanaati yerleşecektir.
Bu nedenle ulus devlete 2008 buhranından itibaren duyulan ihtiyaç artmaya devam edecektir. Ortaya çıkan yeni tablo devletlerin bireysel olarak birbirleriyle olan siyasi uyuşmazlıkları çatışmaya dönüştürme olasılığını arttıracaktır.
Devletlerin izlediği sosyal politikalar toplumsal taleplerle yüzleşmek durumunda kalacaktır. Bu nedenle gelişmiş kapitalist ekonomilerde bile bir süreliğine sosyal devlet politikalarının desteklenmesi beklenebilir. Küresel sermayenin bu krizden nasıl çıkmayı deneyeceğini ayrıca okuyucularımla paylaşacağım.
OKUYUCUYA NOT: Aykırı’nın hem de 23 Nisan gibi Türk Ulusu için çok anlamlı bir günde köşe yazılarını başlatmış olmasından dolayı editörlüğü kutlamak isterim.
Bu vesileyle bütün yurttaşlarımızın ve dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın Ulusumuzun her mensubunun Ulusal Egemenlik Bayramını kutluyorum.
Karakterini bağımsızlık aşkından alan bir millete mensup olmaktan her zaman onur duymalıyız. Bu vesileyle Aykırı’nın ülkemiz insanına yararlı ve aydınlatıcı, gerçeği arayan bir basın oluşumu şeklinde hizmet edeceğine olan inancımı da sizlerle paylaşmak isterim.
Yeni yazılarda buluşmak ümidiyle herkese sağlık diliyorum.
Hocam sizde Aykırı da hoşgeldiniz.