ÇİN VİRÜSÜ SALGINI SİYASET KURUMUNA BİR ŞEY ÖĞRETEBİLİR Mİ?
Günlerimiz hala Çin’in Vuhan eyaletinde ortaya çıkıp bütün dünyayı etkisi altına alan Çin Virüsü salgınını her gün ve her saat konuşmakla geçiyor. İnsanların yeniden eve kapanması gündemde.
Bu salgın sürecinin belki de tek olumlu yanı doğaya insan kaynaklı verilen çevresel zararlara ara verilmesiydi. Buna karşılık, hepimiz; salgının ekonomi, işsizlik, insan psikolojisi ve sosyal hayata dönük yıkıcı tesirleri ile karşı karşıyayız.
Türkçeyi doğru kullanma anlamında Latince terimleri kullanmaktan kaçınmak hem toplumla daha kolay iletişim kurmaya hem de dilin gelişmesi bağlamında bir gerekliliktir. Bu nedenle salgın sözcüğünün kullanılması hatta daha somut anlaşılması için Çin Virüsü terimi daha doğrudur.
Bu yazımızda Çin Virüsü salgınının devlet ile toplum arasındaki ilişkilerin nasıl bir değişim geçirebileceğine ilişkin olarak çevre duyarlılığına dikkat çekmek arzusundayız. Öncelikle Türk siyaset aktörlerinin henüz bunu fark etmediklerini vurgulayalım.
Salgın birçok ezberi yerle bir etmiştir.
Bunlardan ilki, belki de en önemlisi, 1990’larda küresel kapitalizm ideologlarının öne sürdükleri ulus devlet çağının sonunun geldiği ve ulusal aidiyetin yerini kozmopolit bir aitlik duygusunun alacağı iddialarıdır.
Gerçek şudur: Toplumlar can korkusunu derinden hissettiği bu günlerde onların imdadına sadece kendi ulus devletleri yetişmeye çalışıyor.
Günümüzde küreselleşme propagandasının sürükleyici gücünü oluşturan ve dünya sermayesini elinde bulunduran küresel şirketler ortadan kaybolmuştur.
Oysa eğer ulus devlet aidiyetini aşan bir küresel kimlik inşası için bir fırsat varsa o da bu günlerdedir. Mafya oluşumları bile İtalya gibi ülkelerde zayıf halk kesimlerine yardımda bulunuyor. Küresel şirketlerin mafya kadar bile bir dayanışma duygusundan mahrum oldukları böylece ortaya çıkıyor. Salgınla boğuştuğumuz bu günlerde küresel şirketlerin, yabani arılar gibi sadece iyi gün kazanımlarını yağmalayan birer aktör olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır.
Küresel Çin Virüsü salgını toplumu hem devlete ilişkin kurguları sorgulamaya itmekte hem de kilit sorunların ancak kendi devletince çözülebileceği gerçeğini ortaya koymaktadır. Devletlerin kendi vatandaşlarını dünyanın dört bir yanından vatana taşımaları bunun en açık göstergesidir. Diğer yandan ABD gibi dünyaya hükmetme iddiasındaki devletlerin başka ülkelere gönderilen koruyucu maske gönderilerine fiilen el koyması, henüz tam test edilmeyen aşıları toptan satın alması, küreselleşmenin patronu bir devletin bile kriz durumunda salt bir ulus devlet olarak davrandığını göstermektedir.
Türkiye de gücü ölçüsünde krizi aşmaya çalışırken bütün resmi rakamların gerçeğe aykırı bir propaganda olduğuna ilişkin toplumsal algı en önemli sorunlardan biridir. Bu algının değişmesi zor görünüyor. Çünkü basın özgürlüğü yok. Siyasiler her şeye karşı çok alıngan davranıyor. Kamusal alanda ifade edilen görüşlere karşı takınılan baskıcı tablo diktatörlüklere yakın.
Küresel salgının Türk toplumuna öğrettiklerini de görmek gerekiyor: Dönemsel eğilimlere kanarak ulusal ekonomiyi dış ekonomilere aşırı bağımlı hale sokmanın ve ulusal bir tarım politikası üretememenin can yakan sonuçlarıyla yüzleşmeye hazır olmalıyız. Yerli tarımla uğraşan kesimi üretimden uzaklaştırıcı günlük politikaların sorgulanması ve tarımda kendine yeterli hale gelmeyi hedefleyen bir stratejiye yönelmek gerekiyor. Tam da bu noktada tarım alanlarında oluşan betonlaşma aşılması zor bir sorun olarak karşımıza çıkacaktır.
Daha önceleri de ifade etmiştim salgın, toplumları yönetici kadroları ve izledikleri yönetim anlayışı hakkında bir muhasebeye yönlendirecektir. Bu manada birçok kadronun iktidarı kaybedeceğini tahmin etmek bir kehanet olarak görülmemeli. Bu değişim süreci demokrasilerde barışçı usullerle, otoriter rejimlerde ise siyasetin gizli dinamiklerine göre ama toplumsal beklentileri karşılamaya dönük gerçekleşecektir.
Türkiye açısından eksik olan bir hususa dikkat çekerek yazımıza son verelim: Türk siyasal hayatında çevre duyarlılığını öne alan bir siyasi yelpazenin hala doğmamış olması büyük bir eksikliktir. Aslında bu durum, içi boş kavramlarla vatandaşın zamanını esir alan siyaset kurumunun yetersizliğidir. Çünkü temiz havası olmayan, dağları taşları madencilik adına yağmalanmış bir ülke gerçek bir vatan olmaktan hızla uzaklaşacaktır.
Nesli tükenen hayvanların yok edilmesi için ihale düzenleyen bir devlet yönetimi anlayışı anakroniktir (devri geçmiştir). Yeni bir siyaset için yola çıkan siyasi partilerin bile çevre duyarlılığına yabancı kalmaları hala köhne bir siyaset anlayışının egemen olduğunu acı acı göstermektedir.