Bu yazımda sizlere yıldız mahkemesi ve Mithat Paşa'nın hazin sonundan bahsetmek istiyorum.
Sultan Abdülaziz’in Öldürüldüğü İddiasıyla Kurulan Yıldız Mahkemesinde Kimler Ne Sebeple Yargılandı?
Önceki sayfalardan hatırlanacağı üzere, Sultan Abdülaziz 30 Mayıs 1876’da tahttan indirildikten birkaç gün sonra odasında bilekleri kesilmiş bir vaziyette ölmek üzereyken bulunmuş ve kurtarılamamıştı. Annesinin kolları arasında son nefesini veren Sultan’ın naaşını yerli ve yabancı doktorlar muayene etmişler, olayın intihar olduğu kabul edilmişti. Olaydan beş yıl sonra Sultan II. Abdülhamid, yeni görgü tanıklarının ortaya çıktığı gerekçesiyle Sultan Abdülaziz’in ölümünden sorumlu tutulan kişilerin yargılanması emrini verdi.
Sanıkların başında güçlü devlet adamı, Sultan II. Abdülhamid tarafından görevden alınıp sürgüne gönderilen ve on yedi ay sürgünde kaldıktan sonra yurda dönüp Suriye valiliğine atanan141 Mithat Paşa geliyordu. Bunun yanında Mütercim Rüştü Paşa, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinin şer’an uygun olduğu yönünde fetva veren eski Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi, Damat Mahmud Celaleddin Paşa, Damat Nuri Paşa, Sakızlı Esat Paşa ve Süleyman Hüsnü Paşa gibi isimler sanık sandalyesindeki yerlerini almışlardı. Mahkeme başkanlığını Ali Sururi Efendi, ikinci başkanlığını Hristo Forides Efendi yapıyordu. Abdüllatif Bey savcı, Mehmet Raşit Bey savcı yardımcısıydı.(142)
Sultan Abdülaziz’in Ölümü ve Sonrasında Yaşananlar Hakkında Düşünce ve Yorumlar Nelerdir?
Sultan Abdülaziz gerçekten öldürülmüş müydü? Yoksa kendi canına mı kıymıştı? Eğer Sultan kendi canına kıymış ise neden bu intihar olayı bir cinayet gibi gösterilmek istenmişti?
Bu konuda birkaç görüş hâkimdir. Bazı tarihçilere göre Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz’i öldürmeyi önceden planlamış ve saraydan elde ettiği adamlar vasıtasıyla bunu başarmıştır. Cezayirli Pehlivan Mustafa, Mabeynci Fahri Bey, Boyabatlı Hacı Mehmed, Sultan Abdülaziz’in kaldığı odaya zorla girmişler ve büyük mücadeleden sonra iki bileklerini kesip dışarı kaçmışlardır. Avni Paşa çığlıkları duyar duymaz, Kuzguncuk’taki yalısından Feriye Sarayı’na gelmiş ve bu arada henüz ölmemiş olan Sultan Abdülaziz pencereden çıkartılan adi bir perdeye sarılarak yakın bir karakola nakledilmiştir. Ölüm raporunu imzalamak istemeyen iki doktordan birini Avni Paşa hemen Trablusgarb’a sürmüş diğerinin de apoletlerini sökmüştür.(143) Üç pehlivana maaş bağlanarak gerçeği açıklamaları önlenmiştir. Sultan Abdülaziz’in naaşını yıkayan imamlar, sonradan verdikleri ifadelerde, Sultan’ın iki dişinin kırık olduğunu, sakalının sol tarafının yolunduğunu, sol memesinin altında büyük bir çürüğün bulunduğunu belirtmişlerdir. Pehlivanlar da yaptıklarını sonra itiraf etmişlerdir. Sultan Abdülaziz’in ölümünün bir cinayet olduğu görüşünü destekleyen İsmail Hami Danişmend bunu 31 delil ile izah etmeye çalışmıştır.(144) Abdurrahman Şeref Bey ve İbnülemin Mahmut Kemal bu hususta kesin bir sonuca varamamışlardır. İsmail Hakkı Uzun-çarşılı’ya göre ise Yıldız Sarayı’nın evrakının araştırıcılara açılması ile mesele bütünüyle aydınlığa kavuşmuş görünmektedir. Uzunçarşılı buradaki Yıldız dosyasını inceledikten sonra Sultan Abdülaziz’in ölümünün intihar sonucunda olduğu konusunda kesin bir hükme varmıştır. 1946 yılında yayınladığı Mithat ve Rüştü Paşaların Tevkiflerine Dair Vesikalar, 1950’de çıkardığı Mithat Paşa ve Taif Mahkûmları, daha sonraki Mithat Paşa ve Yıldız Mahkemesi adlı kitaplarında Sultan Abdülaziz’in ölümünün intihar nedeniyle vuku bulduğunu kesin bir ifadeyle yazmıştır.
Bekir Sıtkı Baykal’ın, Sultan Abdülaziz’in mabeyncisi Fahri Bey’in hatıraları ve ilgili bazı vesikalardan hazırlamış olduğu “İbret-nüma” adlı eser bu tartışmalı konuya ışık tutmakla birlikte Uzun-çarşılı’nın görüşünü desteklemektedir. Bu eser Sultan Abdülaziz’in bir başkası tarafından öldürülmediğini, kendi hayatına kendi son verdiğini, Yıldız Mahkemesinin peşin hükümlerle sahneye konduğunu ve birtakım siyasi amaçlarla işe gelmeyen bazı devlet adamlarının zararsız hâle getirilmesi için tertiplendiğini düşündürmektedir.(145) Eserdeki hatıraların yazarı Fahri Bey, Sultan Abdülaziz’in şahsi hizmetine alınmış ve derece derece ilerleyerek İkinci Mabeyn-ciliğe kadar yükselmiştir. 5 Haziran 1876’da Abdülaziz’in ölümü üzerine saraydan ayrılmış, birkaç yıl sonra Yıldız Mahkemesince Abdülaziz’in öldürülmesine fiilen katılmış olmakla suçlanarak arkadaşlarıyla birlikte idama mahkûm edilmiş, cezaların müebbet hapse çevrilmesiyle de Mithat Paşa ve yanındakilerle beraber Taif’teki zindanına gönderilmiştir. Yaklaşık 28 yıl hapis yattıktan sonra 1908’te II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine İstanbul’a dönebilmiştir. Fahri Bey, olayın yaşandığı sırada Feriyye Köşkü’nde bulunduğundan yaşananların birinci derecede şahidi konumundadır. Gerek Fahri Bey’in hatıralarının gerekse Pehlivan Mustafa, Boyabadlı Hacı Mehmet ve Cezayirli Mustafa adlı şahısların ayrı ayrı yazmış oldukları üç adet takririn yayınlandığı İbretnüma’ya göre, Yıldız Mahkemesi düzmece bir mahkemedir ve sanıklara istenilen şekilde ifade vermeleri için türlü işkenceler yapılmıştır. Pehlivan Mustafa, Boya-badlı Hacı Mehmet ve Cezayirli Mustafa yazdıkları takrirlerde, Yıldız Mahkemesinde sözde suçlarını itiraf etmeleri için kendilerine uygulanan işkenceleri etraflıca anlatmış ve işin doğrusunun takrirlerde yazdıkları gibi olduğuna yemin etmişlerdir. Mahkûmların gizli haberleşme yoluyla kaçırarak kurtarmış oldukları anlaşılan bu takrirler, adı geçen üç şahsın ifadelerini kapsayan birer tutanak gibidir. Her bir takririn son sayfasında kendi mühürleri ve ifadenin söyledikleri gibi zapde-tilmiş olduklarını tasdik eden ibarelerden sonra, bütün hapishane arkadaşlarının mühür veya imzaları bulunmaktadır. Takrirler ve hatırattan anlaşılan şudur: Pehlivan Mustafa ve arkadaşları aslında basit ve cahil insanlardır. Bunlar uzun zamandır V. Murad’ın hizmetinde bulunmuşlar, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra Padişah’ın tasvibiyle devrik hükümdarın şahsi hizmetine verilmiş ve ölüm olayından bir gün önce yeni görevlerine başlamak üzere Feriyye Köşkü’ne gitmişlerdir. Fakat Sultan Abdülaziz’in ikametine tahsis olunan Feriyye Köşk’ünde Fahri Bey’den başka erkek olmadığı için bunlar hemen içeri alınmamışlar, geceyi Feriyye Karakolu’nda geçirmek zorunda kalmışlardır. Ertesi gün, 5 Haziran 1876’da sabah erkenden Sultan Abdülaziz’in ölümü olayı vuku bulmuş, daha sonra bu şahıslar karakoldaki askerlerle birlikte içeri girmişlerdir. Böylece bu üç şahıs, köşke ayak dahi basmamış olmalarına rağmen, güya efendilerinden almış oldukları talimata uyup Fahri Bey’in yardımıyla köşke girerek Sultan Abdülaziz’i öldürmekle suçlanmışlar ve korkunç işkenceler, aynı zamanda tatlı vaatlerle sözde suçlarını itiraf etmek zorunda bırakılmışlardır. (146)
Yıldız Mahkemesi, Mithat Paşa ve Beraberindekileri Tasfiye Etmek Amaçlı Düzmece Bir Davadan mı İbaretti?
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, özellikle Mithat Paşa’nın Sultan Abdülaziz’in ölümünde bir rolü olmadığını ve bunu Sultan II. Abdül-hamid’in de çok iyi bildiğini ancak çok korkup çekindiği Mithat Paşa’yı padişah katili gibi göstererek halk nazarında itibarını çürütmek istediğini belirtmektedir.(147)
Bekir Sıtkı Baykal da Sultan Abdülaziz’in ölümü ve Yıldız Mahkemesi hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Sultan II. Abdülhamid, amcası Sultan Abdülaziz’in başkaları tarafından öldürülmüş bulunduğuna kendisi de inanmamaktadır. Fakat Yıldız Mahkemesiyle başlıca şu gayelere ulaşmak hedeflenmektedir:
1) Sultan Abdülaziz ile Sultan Murad’ın arka arkaya tahttan indirilmeleri 70 yıldan beri unutulmuş olan Padişah hal’i ve katli işini birdenbire tazelemiştir. Kendisinin de aynı akıbete uğrayacağı düşüncesiyle son hal’lerin elebaşılarını herkese ibret olacak bir şekilde cezalandırmak istemiştir.
2) Akıl hastalığı yüzünden tahttan indirilen Sultan V. Murad’ın taraftarları hastanın iyileşmeyeceğini bilmelerine rağmen onu yine tahta çıkarmak sevdasındaydılar. Sultan II. Abdülhamid, bu harekatı önlemek için düzmece davaya ağabeyinin yakınlarını da katarak bu tehlikeden kurtulma amacını gütmüştür.
3) Arka arkaya iki padişahı tahttan indirenlerden hala hayatta kalan ve itibarda olan Mithat Paşa, Mehmet Rüştü ve Mahmut Celalettin gibi sivrilmiş devlet adamlarını Sultan II. Abdülhamid kendi geleceği için büyük bir tehlike saymaktadır. Bu insanları birer katil olarak lanse etmek ve onlardan kurtulmak için amcasının ölümü bulunmaz bir fırsattır.”(148)
Baykal bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra şöyle devam etmektedir:
“Üç noktada özetlediğimiz; bu sebeplerden dolayı Sultan II. Abdülhamid, tamamiyle sun’î olarak bir Sultan Aziz dâvası yaratmak suretiyle asıl amacına ulaşmak istemiştir. Yıldız Mahkemesinde gördürdüğü bu düzmece dâva sırasında vehimli Padişah, gayesi uğrunda Makyavelist149ölçüleri de aşan davranışlarla her türlü vasıtaya başvurmakta bir sakınca görmemiştir. Yurdun dört bucağından yaka paça toparlatılıp getirttiği sanıkları önce birer birer önüne alarak sorular sor-muş ve onlardan kendi isteğine uygun cevaplar vermelerini talep etmiştir. Sözde suçlarını itiraf etmemekte direnenlere fena halde hiddetlenmiş ve bunları türlü türlü işkencelere tâbi tutmuştur. Uygulanan işkenceleri bizzat idare etmekte, hatta çoğunu kendi eliyle icra eylemektedir. Bu maksatla sadece basit birkaç zavallıyı veya şahsî kölelerini değil, fakat yüksek mevkiler işgal etmekte olan devlet erkânından bâzılarını da âlet olarak kullanmaktadır. İşine yarıyabilecek zayıf karakterli insanları seçmekte eşsiz bir maharet göstermektedir. Düzmece dâvayı kurabilmek için bu adamlar ve Padişah baş başa verip bir plân tertip etmişlerdir. Buna göre Sultan Abdülaziz’in ölümü şöyle cereyan etmiş olmalı idi: Sultan V. Murad ile annesi, Sultan Abdülaziz’in öldürülmesi için emir vermişlerdi ve bu irade, Mâbeyinci Seyyid Bey aracılığı ile Damat Mahmud ve Damat Nuri Paşalara iletilmişti. Bunun üzerine Damat Paşalar, Sultan Murad’ın adamlarından Pehlivan Mustafa, Hacı Mehmet ve Cezayirli Mustafa adında üç kişiyi eski Padişahın öldürülmesine memur etmişlerdi. Aynı zamanda Sultan Abdülaziz’in yanında bırakılmış olan ikinci Mâbeyincisi Fahri Beye bu yolda tâlimat vermişlerdi. Böylece Fahri Bey bir sabah erkenden bu üç kişiyi Fer’iyye dairesine gizlice almış, Pehlivan Mustafa’ya beyaz sedef saplı bir çakı vererek yine kimse görmeden kurbanlık Sultan Abdülaziz’in odasına sokarak kendisi arkasından sıkıca onu kavramış, Hacı Mehmet ile Cezayirli Mustafa, dizlerine oturmuş ve Pehlivan Mustafa da mâhud çakı ile eski hükümdarın kollarını kesmiş idi. İçerde cinayet işlenirken iki subay kılıçlarını çekmiş oldukları halde oda kapısının önünde nöbet tutmuşlar, dört Haremağası da bunlara nezâret etmişlerdi. İşte sanıkların bu yolda ifade vermeleri isteniyordu. ‘Matlûb-ı şahâneye’ uygun söylemiyenler şiddetli işkencelere tâbi tutuluyorlardı. (…) Bütün bu tertipler ve tasni’ler sayesinde Sultan II. Abdülhamid, cehennemi bir işkence sistemine dayanamayıp nihayet kendisine öğretildiği şekilde “Sultan Abdülaziz’i falan ve filanın da yardımiyle ben öldürdüm” diye güya itirafta bulunan Pehlivan Mustafa adında cahil ve saf bir zavallıyı bulabilmiş ve bütün dâvasını bu biçârenin ifadesi üzerine bina etmeğe muvaffak olmuştur. Doğrudan doğruya gözlerinin önünde ve şahsî denetimi altında yürüttüğü mahkeme bir adalet cihazı olmaktan çok bir sahne oyununu andırmaktadır. Yargıçlar hükümlerini, efendilerinin istekleri istikametinde peşin olarak vermiş bulunmaktadırlar. Zamanın Adliye Nâzın bulunan Ahmet Cevdet Paşa çapında bir insan bile bu tüyler ürpertici trajedide Padişahın körü körüne bir âleti olarak karşımızda durmaktadır. Hakimler olsun, Padişahın diğer yardakçıları olsun, sanıklara karşı, haklı veya haksız yere eskiden beri içlerinde birikmiş kin ve intikam duygularına kapılıp sürüklenen kimselerdir. Örneğin, mahkemenin Başkanı Sururî Efendi -ki emellerine yaptığı hizmetlere mükâfat olarak Padişah, ölümünden sonra ona bir türbe yaptırmıştır- uygunsuz davranışları yüzünden Tuna valisi Mithat Paşa tarafından vilayetinden kovulmuş bir yargıçtır. Bunun gibi daha birçoklarının içinde sanıklara karşı garez kaynamaktadır. Hâsılı yaranmak, göze girerek kolay tarafından yükselmek ve bir mevki kapmak yarışı, dalkavukluk ve şahsî menfaat ihtirası gözleri karartmış, kulakları sağır kılmıştır. Kafalar durmuş, mantık işlemez olmuştur. Aklı başında sanıkların vekarla yaptıkları savunmalar, ortaya koydukları aklî ve kanunî deliller asla dikkate alınmamıştır. Hatta daha da ileri gidilerek, resmî sıfat ve mevkiin sağladığı yetki ve otorite ile sanıklar zülfi yâre dokunacak gibi olunca, derhal sözleri kesilmiş, konuşmaktan men’ olunmuşlardır. Mahkemenin alenî olacağı ilan ve temin edildiği halde alınan son derece sıkı tedbirlerle gayet sınırlı sayıda dinleyici içeriye bırakılmıştır. Böyle bir hava içinde yürütülen yargılamanın sonucunu önceden kestirmek hiç de güç değildir: Cinayetle itham olunarak mahkemeye sevk olunan on bir sanıktan yalnız ikisi onar yıl ağır hapis ve geri kalan dokuzu da idam cezalarına çarptırılmışlardır. Bununla beraber Padişah, bu kararları, temyiz mahkemesi tarafından da tasdik edilmiş olmalarına rağmen infaz etmek cesaretini gösterememiştir.”(150)
Baykal’a göre Sultan II. Abdülhamid için birkaç günahsızın kurban edilmesi o kadar da önemli bir mesele değildir. Şeriatça da bunda bir sakınca görmemektedir. Çünkü bundan doğacak günah, Ab-dülhamid’in kendi sözleriyle “fukaraya sadaka vermek” suretiyle affedilir, biter.(151)
Mithat Paşa Nasıl Öldürüldü? Olayın Sultan II. Abdülhamid’le Bir İlgisi Var mıydı?
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın arşiv belgelerine dayanarak hazırladığı Mithat Paşa ve Taif Mahkumları adlı kitabında “Mithat Paşa ve diğer mahkumların Yıldız Mahkemesi sonrasında akıbetleri ne oldu?” sorusuna cevap bulmak mümkündür. Bekir Sıtkı Baykal, bu önemli çalışma hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Bu kitap, şimdiye kadar bilinen kaynaklara ilâve olarak, baştanbaşa arşiv malzemesine dayanmaktadır. Bu itibarla, bükümlülerin İstanbul’dan hareketlerinden itibaren kendileri ile ilgili bütün resmî işlemler, hareket, yolculuk, Taif’e varış, karşılanış, oradaki mahbes hayatı, kendilerinin ve muhafazalarına memur edilen kimselerin bütün davranışları ve faaliyetleri resmî vesikalara dayanılarak etraflı bir şekilde tasvir olunmaktadır. Sultan II. Abdülhamid’in Mithat Paşadan ne kadar kuşkulandığı, Damat Mahmut Celaleddin Paşadan ne kadar nefret ettiği, bunlar hayatta kaldıkça kuruntu ve vehimler içinde rahatının kaçtığı gayet açık bir şekilde ortaya konmaktadır. Bu sebeplerle her iki Paşanın da bir an evvel bu dünyadan göçmeleri için Padişahın giriştiği faaliyet ve tertipler, zehirletme teşebbüsleri, nihayet gecenin birinde zindandaki hücrelerinde iki Paşanın aynı anda cellatların elinde boğularak can vermeleri ve bunlarla ilgili hadiseler gayet canlı ve son derece ibret verici bir şekilde gözlerimizin önüne serilmektedir.”(152)
Uzunçarşılı’nın aktardığına göre Yıldız Mahkemesinden sonra Mithat Paşa ve diğer mahkûmlar, İzzeddin vapuruyla Taif’e gönderildiler. Vapurun kaptanı Ahmed Bey’e verilen talimatnameye göre Ahmed Bey mahkûmları aldıktan sonra hiçbir yere uğramadan doğruca Rodos’a gidecek ve oradan kömür aldıktan sonra Süveyş’i geçerek Cidde’ye ulaşacaktı. Mahkûmlar katiyen birbirleri ile görüştürülmeyeceklerdi.
İzzettin vapuru Cidde’ye vardıktan sonra oradan Mekke’ye ve daha sonra Taif’e geçildi. Mithat Paşa ve diğer mahkûmlar için çileli bir zindan hayatı başlamıştı. Mithat Paşa ve Mahmut Paşa’ya bazen aileleri tarafından çamaşır, yiyecek, sigara vb. geliyorsa da bunların bazıları verilip bazıları verilmiyordu. Diğer mahkûmların aileleri zaten muhtaç olduklarından bunlar acınacak vaziyette idiler. Mithat ve Mahmut Paşa Mekke emirine kendi el yazılarıyla vermiş oldukları mektuplarda mukaddes bir mahalde bulunmaları ve hac mevsiminin yaklaşması nedeniyle kendilerinin de şerifle beraber hac etmelerine müsaade edilmesini istemişlerdi. Emir, konuyla ilgili saraydan görüş sormuş ve buradan olumsuz cevap gelmesi üzerine hac istekleri yerine getirilmemişti. Uzunçarşılı’nın aktardığına göre Sultan II. Ab-dülhamid, Mithat Paşa Yıldız’da mahkemeye çıktığı esnada ona mabeynci ve tüfenkçibaşı gibi adamlarını gönderip sürgün edileceği yerde oturmak üzere ailesinden kimleri isterse yanına alabileceğini söyletmişti. Padişahın bu vaatleri üzerine Mithat Paşa durumu ailesine müjdeleyecek bir yazı yazdı. Mithat ve Mahmut paşalar, Taif’e geldikten iki ay kadar sonra “aileleriyle birlikte başka bir mahalde oturmak” isteklerini valiliğe bildirdiler. Valilik konuyu yine saraya arz ederek görüş sordu. Valiye gelen olumsuz ve oldukça ağır cevapla birlikte bu arzularına da nail olamadılar. Aslında Mithat Paşa’ya mahkeme sırasında yapılan vaatler tamamen aldatmacaydı. Onun bu vaatlere inanarak ailesine yazdığı ve beraber oturabileceklerini müjdelediği mektup da ailenin oturduğu İzmir’e gitmemiş, yani ailenin eline hiç ulaşmamış, sarayda alıkonulmuştu.(153)
Mahkûmlar, Taif’e geldiklerinden altı ay sonra affedilmeleri için bir yazı yazmışlardı. Bu müracaat üzerine Sultan II. Abdülhamid çok sinirlendi. Hicaz kumandanlığına tayin edilen Ferik Osman Nuri Paşa’nın evrakının arkasına “Kesinlikle haberleşme yasaktır. Allah bu canilerin tez zamanda canını alsın” yazdı ve içlerinde en ziyade hain Mahmud Paşa olduğunu belirterek asla merhamete layık olmadığına dair cevap yazılmasını emir buyurdu. Mahkûmlar hava almaları için ara sıra kale burcunda üstü açık bir yere çıkartılıyorlardı. Bir ara bu da yasaklansa da mahkûmların şikayeti üzerine eski uygulamaya dönüldü. Bu sefer de kendilerine verilen kitap ve gazeteler yasaklandı. Mithat Paşa eşi Naime Hanım’a yazdığı bir mektupta bir seneden beri hiç kimse ile görüşmediğini ve Taif kışlasının kapısından bir kere olsun dışarı çıkamadığını belirttikten sonra bunun dışında afiyetinin yerinde olduğunu ve dört beş günde bir hatim indirerek günlerini geçirdiğini söylüyordu. Mithat Paşa aynı mektubunda sol gözünün kapağında bir şişlik oluştuğunu ve bunun büyüdüğünü, ameliyat olması gerektiğini ancak ameliyat yapabilecek bir hekim bulunmadığından yakınıyordu. Mithat Paşa’nın omzunda çıkan ufak çıban gittikçe büyümüş ve ameliyat olmasını gerektiren bir hâl almış ise de Mithat Paşa buna yanaşmamış, bunun üzerine Mahmud Paşa bulduğu kocakarı ilacıyla çıbanı iyileştirmeye çalışmıştı. Paşa’nın bu hastalığı sırasında mahkûmlar üzerindeki baskı iyice artmış, sabah akşam askerlere ne yemek veriliyorsa kendilerine de aynı yemeğin verilmesi kararlaştırılmıştı. Çarşıdan bir şey alınması ve çamaşırların dışarıda yıkanması da yasaklanmıştı. Parası olanların sabun ve kömür alıp su ısıtıp çamaşırlarını yıkadıklarını, parası olmayanların küllü su ile bu işi gördüklerini anlattıktan sonra vücudundaki çıbanının kapanmaya başladığını ancak yine de hasta olduğunu söylüyordu.(154)
Uzunçarşılı’ya göre Sultan II. Abdülhamid, bilhassa Mithat Paşa ve Mahmud Paşa’yla meşgul oluyor, bunların hayatta kalmaları onu huzursuz bırakıyordu. Sultan’a göre bunların İngilizler tarafından kaçırılma ihtimali bile vardı. Hatta bir keresinde Serkarin Hamdi Paşa tarafından Mekke emirine Mithat Paşa’nın kaçırıldığına dair bir şifre gelmiş, bunun aslı olup olmadığı sorulmuş, daha sonra kaçırılma haberinin asılsız olduğu anlaşılmıştı. Fakat Saray, Mithat Paşa’yı dolambaçlı yollardan ortadan kaldırmak istediğinden onun kaçtığını ifşa ediyor ve bunu gazetelerde yazdırıyordu. Bu hâl ile günün birinde öldüreceği Mithat ve Mahmud Paşaları kaçırmışlardır diye tahkikata girişecekti. Nitekim bu tarzdaki hareket paşaların ölümlerinden sonra iki üç sene daha böyle devam etmişti. Mithat Paşa’nın kendisinin kaçtığına dair çıkan haberler üzerine eşlerine göndermiş olduğu mektubundan “Subhanallah, acaba ertesi gün meydana çıkacak bir yalanı bir gün evvel düzüp koşup çıkartmakta ne meziyet ve fazilet mütalea olunuyor?” sözleriyle döndürülen dolabın farkında olmayarak safiyane düşüncede bulunduğu anlaşılıyordu. Fakat daha sonraki hadiseler maksadın ne olduğunu göstermiş olduğundan o zaman kendi haklarındaki vaziyeti hisseden Mithat Paşa, artık her şeyden ümidi keserek büyük bir tevekkül ile ölümünü beklemişti. Bu saatten sonra mahkûmların üzerindeki baskı iyice arttı. Mithat ve Mahmud Paşaları sessiz sedasız öldürmek için yiyecek ve içeceklerine zehir konmaya başlandı. Paşaları zehirleyecek olurlarsa Mithat Paşa’nın ağası Arif’e 1000, Mahmud Paşa’nın ağası Arif’e de yine paşayı zehirlemesi karşılığında 500 lira para vadedilse de ağalar böyle bir işe yanaşmamış ve paşalara haber vermişlerdi. Paşalar da bu haber üzerine dikkatli davranarak zehirlenme tehlikesinden kurtulmuşlardı.
Mithat Paşa’nın vefatından otuz dört gün önce yazdığı son mektubunda anlattıkları insanlık adına üzüntü vericiydi. Mithat Paşa, mektuba“Bu mektup ihtimal ki son mektubumdur” diyerek başlamış, hiç heyecan göstermeden ve son ümitsiz hâlini anlatmış, kendisini zehirlemek istediklerinden, sütünün, tenceredeki yemeğinin veya su testisinin içine zehir konduğundan ve dikkati sayesinde bundan kurtulduğundan bahsetmiş ve vasiyetini bildirmişti.
Zehirlenmekten kurtulan paşaların bu tertibatla öldürülmeyecekleri anlaşılınca fiilen öldürme teşebbüsleri başladı. Gerekli talimatı alan Miralay Mehmed Lütfi Bey, iki bölük asker ile acele Taif’e gelmiş ve bu askerin içinden güçlü kuvvetli kırk kadarını kale mahkûmların muhafızlığına bırakarak gereken talimatı vermişti. Bir gece yarısı ayrı ayrı odalarda yatmakta olan Mithat Paşa ve Mahmud Paşa boğularak öldürüldüler. Hastalıktan bünyesi zayıf düşmüş olan Mithat Paşa önceden beri yapılacağını tahmin ettiği feci akıbete karşı direnmemiş, teslim olmuştu. Gücü kuvveti yerinde olan Mahmut Paşa ise katiller de epey uğraşmış, birkaçını duvara çarpmış ve kendisini yastıkla müdafaa etmek istemişse de en sonunda gücü tükenmiş, o da katillere teslim olmuştu. Mithat Paşa’yı Edirneli Berber İsmail, Mahmud Paşa’yı da Karahisarlı Süleyman Çavuş ile Zileli Ali boğmuşlardı. Mithat Paşa’nın şirpençe çıbanı nedeniyle Mahmut Paşa’nın da mide nezlesi ve tifolu hummadan öldükleri hakkında doktor raporu tutulmuş ve bu raporlar İstanbul’a bildirilmişti. Sultan II. Abdülhamid bu haberden memnuniyet duymuştu.(155) Uzunçarşılı, bu iki cinayetin arkasında Sultan II. Abdülhamid’in olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir:
“Zannıma göre aslı olsun olmasın Mithat ve Mahmut Paşaların kaçırılmak istenmesi, Abdülhamid’i kat’i olarak bunlardan kurtulmaya sevk etmiş olduğundan şüphe yoktur; yani İngilizlerin bu iki paşayı kaçırma teşebbüsü fırsat arayan padişahı bunları öldürmeye sevk etmiştir.” (156)