Ermeni lobisinin, yüz yıllık yalanlarını Birinci Dünya Savaşı yıllarında gündeme getirdiklerini, Osmanlı Devletini suçlayıcı propagandalar yaparak seslerini uluslararası arenada duyurmayı başardıklarını biliyoruz.
Atatürk’ün Ermeni meselesine bakışına dair ilk ipuçlarına ise yine aynı yıllarda, 1917’de çıktığı Almanya gezisinde rastlıyoruz. O günlerde veliaht olan Vahdettin ile birlikte çıktığı bu seyahatte Atatürk, kendisine Türklerin Ermenilere yaptığı sözde fenalıklar hakkında küstahça bir soru soran Alman valiye ders niteliğinde bir cevap verir:
“Müttefikiniz olan ve bu ittifak uğrunda maddi ve manevi tekmil mevcudiyetini mahveden Türkiye'ye karşı, tarihin bilmem hangi devrinde mevcut olduğunu iddia eden ve bu mevcudiyeti ihya etmek için dünyayı iğfale çalışan Ermeniler lehine konuşmak fikri size nereden geliyor? Vali Hazretleri, biz, cephelerde dolaşan bir heyetiz; buraya Ermeni meselesini konuşmak için değil, fakat müttefikimiz olan ve kendisine itimat etmekte olduğumuz Alman ordusunun hakiki vaziyetini anlamaya geldik; onu anladık; kâfi bir vukuf ile memleketimize avdet ediyoruz”
Atatürk, bu sert tepkiyi vermesinin nedenini Falih Rıfkı Atay’a anlatır:
“Bize dair çok eksik bilgi sahibini olduğunu anladığım ve bütün fedâkarlıklarımıza karşılık hâlâ Türkiye topraklarında bir Ermeni hakkı olabileceği düşüncesinde bulunan bu vali ile alaycı konuşmaktan kendimi alıkoyamamıştım.”
Atatürk, Ermenilerin Türkiye üzerinde hiçbir hakkı olmadığını düşünüyordu ve bunu ilk kez Almanya gezisi esnasında dile getirmişti. Ata’nın bu konudaki ikinci ve daha net bir beyanatı ise 1923 yılında Adana’da esnaflara yaptığı bir konuşmada görülecekti. Atatürk bu konuşmasında Anadolu’da zanaat işlerini gayrimüslimlere bırakan Osmanlı padişahlarını eleştirmiş, asil milletimizin sanattan mahrum bırakıldığından ve Türk sanatkârların azlığından yakınmıştı. Ermenilerin sanat ocaklarımızı işgal edip memleketin sahibi gibi bir durum almalarını küstahlığın bundan fazlası olamaz diye değerlendirdikten sonra tarihe geçecek meşhur o sözlerini söylemişti:
“Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.”
Atatürk, Nutuk’ta da Ermeni iddialarının kabul edilemez olduğunu şöyle vurgulamış ve asıl vahşeti yapanların Ermeniler olduğunu belirtmişti:
“Şüphe etmemek gerekirdi ki, Ermeni kıtali konusundaki sözler, gerçeğe uygun değildir. Aksine, güney bölgelerinde, yabancı kuvvetler tarafından silahlandırılan Ermeniler, gördükleri koruyuculuktan cesaret alarak bulundukları yerlerdeki Müslümanlara saldırmaktaydılar. İntikam düşüncesiyle her tarafta insafsız bir şekilde öldürme ve yok etme siyaseti gütmekteydiler. Maraş’taki feci olay bu yüzden çıkmıştı. Yabancı kuvvetlerle birleşen Ermeniler, top ve ağır makineli tüfeklerle Maraş gibi eski bir Müslüman şehrini yerle bir etmişlerdi. Binlerce çaresiz ve suçsuz ana ve çocukları işkenceyle öldürmüşlerdi. Tarihte bir benzeri görülmemiş olan bu vahşeti yapan Ermenilerdi. Müslümanlar yalnız namuslarını ve canlarını korumak için karşı koymuş ve kendilerini savunmuşlardı. Yirmi gün süren Maraş soykırımında, Müslümanlarla birlikte şehirde kalan Amerikalıların, bu olay hakkında İstanbul’daki temsilciliklerine çektikleri telgraf, bu faciayı yaratanları, yalanlanamayacak bir şekilde ortaya koymaktaydı.
Adana ili içindeki Müslümanlar, tepeden tırnağa kadar silahlandırılan Ermenilerin süngülerinin baskısı altında her dakika öldürülmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Canlarının ve bağımsızlıklarının korunmasından başka bir şey istemeyen Müslümanlara karşı uygulanan bu zulüm ve yok etme politikası, uygar dünyanın dikkatini çekecek ve onları insafa getirecek nitelikteyken, aksinin yapıldığını iddia ederek ondan vazgeçilmesini isteme gibi bir teklif nasıl ciddi olarak kabul edilebilirdi?”
Atatürk’ün Ermeni meselesine karşı sergilediği net tavır, yalnız söylemle kalmamıştı. Bunu 1926’da çıkardığı bir kanundan anlıyoruz. 31 Mayıs 1926 tarihli “Ermeni Suikast Komiteleri Tarafından Şehit Edilen veya Bu Uğurda Suver-i Muhtelife ile Dücar-ı Gadrolan Ricalin Ailesine Verilecek Emlak ve Arazi Hakkında Kanun” ile Ermenilerin şehit ettiği veya Ermeni meselesi dolayısıyla kurulan düzmece mahkemelerde yargılanıp idam edilen vatansever Türk bürokratların geride kalan aileleri Ermenilerin boşalttığı ev ve arazilere yerleştirildi. Bu bir vefa borcuydu. Bu kişilerden en meşhuru Ecnebilere yaranmak için Vahdettin’in onayıyla suçsuz yere idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’di ki, yine Atatürk’ün talimatıyla milli şehit ilan edilmişti.
ATATÜRK'E SUİKAST GİRİŞİMİ
Atatürk’ün Ermeni meselesine bakışı böyleydi. Ermeniler ise diğer Türk devlet adamlarını öldürdükleri gibi Atatürk’e de defalarca suikast girişiminde bulunmuşlardı. Bunlardan en bilineni Manuk Manukyan adlı Ermeni’nin suikast girişimiydi. 1924’te Selanik’ten Trakya’ya gelerek yurda giren Manukyan, bir tren vagonunun altında gizlenerek geldiği Eşkişehir’de yakalandı. Suçunu itiraf eden Manukyan, yargılanarak idam edilirken, gazeteci Süleyman Nazif “Mustafa Kemal Paşa’nın bir damla kanında bilumum Ermenilerin boğulacağına o şaşkın kavim emin olsun!” başlıklı bir yazı yayınlamıştı.
Ermenilerin diğer suikast girişimlerini ortaya çıkarmak ise bendenize nasip oldu. Atatürk’ü Öldürme Planları kitabımı yazarken yaptığım arşiv araştırması esnasında ulaştığım belgeler Ermenilerin oldukça suikast işinde epeyce profesyonel olduklarını gösteriyor. İngilizler, Damat Ferit ve işbirlikçi Polis Müdürü Tahsin etrafında şekillenen suikast girişimlerinde kullanılan fedailerin çoğunun Ermeni olduğu dikkat çekiyor.
28 Ekim 1920 tarihli bir istihbarat raporunda Amerika Ermeni Komitesi tarafından gönderilen on Ermeni suikastçının Atatürk ve refikası hanıma suikast yapacağı bildiriliyor, Ermenilerin Müslümanlardan ayırt edilmemek için sünnet bile oldukları vurgulanarak dikkatli olunması isteniyor.
Genelkurmay ATASE arşivinde fotoğrafları da bulunan ve isimli Serkes ve Ohannes olan iki Ermeni suikastçı Atatürk'ü öldürmek üzere Halil ve Osman kimliğiyle Anadolu'ya geçtiler. Bunlar da diğer komitacılar gibi Türk kimliğine bürünmüşlerdi. Hedefleri düşman hesabına casusluk yapmak, Türk ordusunun durumu hakkında istihbarat toplamak ve fırsat bulduklarında Atatürk’ü öldürmekti. Bu iki hainin hesaba katmadıkları birşey vardı. İstanbul'da kendilerine Türk kimliği çıkartması için müracaat ettikleri Ermeni asıllı İngiliz İstihbarat Şefi Pandikyan, görünürde İngilizlere gerçekte ise Atatürk’e hesabına çalışıyordu. Pandikyan, onları Anadolu'ya gönderirken, gerekli güvenlik ve istihbarat merkezlerine haber vermişti.
Görmüş olduğunuz bu fotoğraf Fevzi Paşa'ya gönderilmiş, gerekli tedbirler alındıktan sonra fedailerin kolayca hareket etmelerini sağlamıştı. İki suikastçı, işler bu kadar kolay yürüdüğü için "Pandikyan Efendi'de işi amma sağlam tutmuş..." diyorlardı. Afyon'da milli mücadeleye katılan bu iki casus, kıskıvrak yakalandı.
Öldürülmediler. Türk Genelkurmayı, düzenlediği sahte istihbarat raporlarını bu iki Ermeni fedai yazmış gibi İstanbul'a gönderip düşmanı yanlış yöne sevk atmaya başladı.
Burada Ermeni asıllı Pandikyan, İstanbul’da ki önemli görevi sayesinde Anadolu’ya silah kaçırılması başta olmak üzere milli mücadeleye kritik katkılar sağlamıştı. Atatürk’ün gerek Pandikyan ile çalışması gerekse Türk Dil Kurumu Genel Sekreterliği’ne Ermeni asıllı Agop Dilaçar’ı getirmesi, vatansever Ermenileri diğer yurttaşlardan ayırmadığını gösteriyordu.
Bununla birlikte Ermeni meselesinde tavizsiz bir politika izlemiş ve bu tutum onu Ermeni komitacıların hedefi haline getirmişti.