Türkiye ile Avrupa arasındaki gelişmişlik farkının 18. yüzyıldan itibaren giderek büyümesi yaşanan ağır askeri yenilgilerle kaçınılmaz bir gerçekliğe dönüştü. Bu yüzyılın sonunda yaşanan en büyük kayıp Kırım’ın Rus Çarlığınca işgaliydi.
Osmanlı devlet yönetimi kötüye gidiş sürecini geri döndürecek çabaları hiçbir zaman elden bırakmadı. Teknoloji alanında yenilikler edinilmeye çalışıldı. Bilimde girişilen modernleşme çabaları 19.yüzyılda giderek hukuk sistemine de yansıyacaktı. Bu bir bakıma zorunluydu. Fakat Tanzimat ile başlayan ve anayasa ilanıyla devam eden reform çabaları da sonuç vermedi.
Osmanlının 19.yüzyılda Avrupa ile yüzyıllardır yaşadığı rekabette açıkça geriye düşmesi bütün yakın coğrafyayı etkiledi. İşgale eşlik eden bir sömürgeleşme süreci başladı.
Yaşanan olumsuz tablo Kırım, Kafkasya ve daha sonra da Balkan Müslümanlarının yurtlarını kaybetmelerine yol açtı.
Olumsuzluklar o kadar çok ki saymakla bitmez. Kafkasya’daki Çerkezler, Abhazlar ve diğer birçok Müslüman halk yerini yurdunu terk edip Anadolu’ya sığınmak zorunda kaldılar. Osmanlı egemenliği sonrası Kafkasya ve Kırım’da yaşayan Müslüman halklar hiçbir zaman huzur ve mutluluk bulamadı.
Rusya her fırsatta Müslüman nüfusu hırpalamayı ve köklerinden koparmayı bir devlet politikası olarak sürdürdü. Rus çarlığı dönemindeki yok etme politikaları insanlık düşmanı Stalin döneminde katmerlenerek soykırıma evrildi.
İkinci dünya savaşı bu noktada bir dönüm noktası oldu. Savaş Sovyetler Birliğinin lehine dönünce hemen yeni yok etme stratejisi uygulamaya kondu. 1944’te Kırım’ın yerli halkı Tatarlar, Kafkasya’da Çeçen ve İnguşlar, Karaçaylar ve Ahıska Türkleri hiçbir zorunluluk ve haklı sebep olmadığı halde yurtlarından koparıldılar ve Türkistan bozkırlarına sürüldüler. Kırım halkı sürgünün ilk üç yılında nüfusunun yarıya yakınını, Ahıska Türkleri nüfuslarının üçte birini kaybetti.
Sovyet yönetimi özellikle Kırım Tatarları ve Ahıska Türklerine karşı daha katı davranarak onların yurtlarına dönmelerine izin vermedi.
Kırım’ın yerli halkı Tatar Türkleri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu gibi müstesna liderleri öncülüğünde 1970’li yıllardan itibaren vatana dönüş mücadelesi başlattı ve ısrarla sürdürdü. Aynı başarıyı Ahıska Türkleri gösteremedi.
Kırım tatarlarının güçlü aydın kadroları Kırım Hanlığının varisi olarak haklı mücadelelerini sürdürdü. Cengiz Dağcı gibi büyük edebiyatçıları bu mücadelede onurlu yürüyüşleri ile örnek oldular.
Doğu Blokunun çökmesi sonrasında Kırım’a dönüş bir ölçüde başarılı oldu. Ancak Rus yayılmacılığı 2014’te yeniden uğursuzca nüksetti. Ve şimdi Kırım’ın sahibi olan bu Ulus yeniden sömürge yönetimi altına girdi.
Geriye dönüp baktığımızda bunlar neden oldu diye sormak gerekiyor. Osmanlı medeniyetinin düşüşe geçişi bilim ve kültürdeki gerilemeyle başladı. Yönetim aklının belirli dar grupların eline geçmesi, bilimin yerine akıldışılığın geçmesi kaçınılmaz sonu hazırladı.
Bu süreç halen devam ediyor. Bilim ve kültürün önemsenmediği, birer istibdattan ibaret yönetimlerin bu gidişi durdurmakla ilgileneceği yok.
O halde bilim, kültür, edebiyat ve sanat; daha doğrusu her alanda eksikleri sorgulamaya daha geç olmadan başlamak gerekir. Bunu hem kendimize olan saygı hem de insanlığa olan borcumuzu ödemek için yapmak zorundayız. Aksi takdirde Kırım’ın yanı sıra Doğu Türkistan’dan sonra sıra Kazak, Kırgız ve Türkmenler de aynı kaderi yaşayacaklar.
Bugün 18 Mayıs Kırım tatarlarının 1944’te yurtlarından koparıldığı kara gün.
Sürgünde hayatını kaybedenleri hasret ve saygıyla anıyorum. Kırım Tatarları ve Ahıska Türkleri aynı yok etme politikalarına kurban edildiler.
Bu vesileyle Kırım için ömrünü adayan çocukluk yıllarımın kahramanı saygıdeğer Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu Beyfendiye sağlık ve uzun ömürler diliyorum.
Yurduna ancak ölümünden sonra kavuşabilen değerli romancı Cengiz Dağcı ve Ahıska Türklerinin vatan mücadelesini tarih ve edebiyat boyutlarıyla kültür hayatımıza kazandıran dostum ve kardeşim, Yunus Zeyrek’i saygı ve hasretle anıyorum.