İçinde bulunduğumuz hafta kadınları şiddete karşı korumak için hazırlanan İstanbul Sözleşmesi konusunda daha yoğun bir tartışma ile geçecek gibi görünüyor. Konu yanlış bir şekilde sanki sadece kadınları ilgilendiriyormuş gibi algılanıyor. Bu yazıda aslında kadınların insan haklarının korunmasının cinsiyetten bağımsız bir özgürlük meselesi olduğuna ilişkin değerlendirmelerde bulunulacaktır.
Öncelikle şunu hatırlatalım: Kadınlar tarih boyunca genellikle geri planda tutulmuşlardır ve hemen bütün toplumsal kargaşa ve çatışmaların en ağır mağduru olmuşlardır. Köleleştirme dahil her türlü onur kırıcı muameleden en çok kadınlar etkilenmiştir.
Binlerce yılın birikimi kadın aleyhine geleneksel bir erkek egemen kültürü beraberinde getirmiştir. Onları savaş ya da ev içi şiddete karşı korumaya dönük hazırlanan uluslararası sözleşmeler, erkek egemen geleneksel anlayışının güçlü direnci ile karşılaşmıştır.
Aslında kadınların hak sahibi olma ve kendi kararlarını kendilerinin vermeye dönük hak mücadelesi modernleşme ile başlar. Avrupa’da aydınlanma düşüncesinde kadının bireysel tercihlerini öne alan ya da almak isteyen görüşlerin edebiyatta ve daha sonra da siyasette dile getirilmeye başlaması önemli dönüm noktalarıdır.
Aslında aydınlanma da erkek egemen ağırlıklıydı. Fakat onun birey merkezli hayat anlayışını kadınların keşfetmesi; kadınların son yüz elli yılda kamusal alanda görünürleşmesi geleneksel kültürle kadınların özgürlük taleplerini karşı karşıya getirdi.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ TARTIŞMALARI SÜRPRİZ DEĞİL
Günümüz Türkiye’sinde 2011’de hazırlanan İstanbul Sözleşmesi çerçevesindeki tartışmalar sürpriz değildir. Çünkü ilk defa çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda kadınlar birey konumuna yükselme mücadelesinde bu denli ısrarlı bir savunma içindeler.
Gerçekte benzer durum Polonya gibi geleneksel dinsel yanı ağır basan toplumlarda da yaşanıyor. Yani tartışma sadece halkı Müslüman çoğunluk oluşturan toplumlarla sınırlı değil. Demek ki sorun evrensel.
İstanbul Sözleşmesi bütünüyle incelendiğinde kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığı önleme, onların her koşulda mağduriyetini engelleme konusunda devlete yükümlülükler getirdiği görülür. Türkiye de 6284 sayılı Kadına Karşı Her Türlü Şiddetin Önlenmesi Kanunu ile bu sözleşmede öngörülenleri yerine getirmeyi amaçlamıştır.
İstanbul Sözleşmesinde geleneksel çevrelerin öne çıkardıkları tek şey eşcinselliğin bu sözleşme ile olağan bir cinsel rol olarak kabul edilmesine dönük. Öncelikle bilinmelidir ki eşcinsellik ya da geleneksel anlayış dışında kalan cinsel tercihler ve roller, tarih boyunca hep var olmuştur. Osmanlı döneminde vardı, adı İslam devleti olan günümüz toplumlarında da var ve var olmaya devam edecektir. Bu durum, Sözleşme yok edilse bile değişmeyecektir.
Devletin iki kişi arasında olup bitene müdahil olması tarihin hiçbir döneminde başarılı olamamıştır. Bununla beraber devlet, çocuklara dönük toplumsal kimlik ve kültürü korumaya dönük politikalar uygulayabilir. Fakat yetişkinlerin cinsel tercihlerine müdahale gerçekçi olmadığı gibi sonuç getirici de değildir.
O halde Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi bağlamındaki tartışmaları nasıl okumak gerekir?
İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz günleri böylesi “ekonomik maliyeti olmayan” kuru tartışmalarla toplumu meşgul etmeye yaramaktadır. Tartışmalar toplumun dikkatini, adaletsizlik, haksız kanunlar ve uygulamalar, devlet hazinesinin talan edilmesi gibi can alıcı sorunlara yöneltmesini engellemektedir.
İstanbul Sözleşmesi tartışması yapan ve “ahlak elden gidiyor” sloganıyla ortalığa düşen meşhur yazarlar ve cemaatler aslında ne istiyor dersiniz? Onlar Türkiye Sözleşmeden imzasını çeksin derken dolaylı olarak kadınlara dönük şiddetin ve ayrımcılığın artmasını önemsemiyorlar. Çünkü Arapların bile haberdar olmadıkları bir romantizmle İslam dinini savunduklarını sanıyorlar. Bunu yaparken aynı dinin kul hakkı ve zulme karşı çıkmaya ilişkin kurallarına karşı üç maymunu oynuyorlar.
Burada asıl hedeflenen ne olabilir? Öncelikle Türkiye özgürlükler konusunda tipik bir zikzak ülkesi. 1999’da yine İstanbul’da ev sahipliğimizde İşkencenin Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dönük İstanbul Protokolü hazırlandı. Ama işkence hala günlük pratiğin ayrılmaz parçası olarak varlığını koruyor. Kadına şiddeti önleme amacıyla hazırlanan bu Avrupa Konseyi sözleşmesinde de durum değişmiyor!
Cemaatlerin ve bazı radikal çevrelerin İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı aslında başka bir rejime geçişin ara aşaması olarak kurgulandığı kuşkularına yol açıyor. Ayrıca Sözleşmeden imzanın geri çekilmesi şiddet eğilimliler için kötü bir ilham kaynağına dönüşecektir. Ama asıl hedeflenen çok evliliğin yasallaştırılmasıdır.
Çok evliliğin herhangi bir dini yükümlülük olmadığını bildikleri açıktır. Ama bu kültürü diğer unsurlarla da tamamlamak isteyeceklerdir. Daha sonra kadın erkek eşitliğinin sorgulanmasına sıra gelirse, bunu, sürpriz saymamak gerekir. Çünkü İstanbul Sözleşmesi karşıtları bu konuya akılcı ve adil bir pencereden bakmak gibi bir alışkanlıktan yoksunlar.
***
Birkaç soru:
Kadını mutsuz bir toplumda erkekler mutlu olabilir mi?
Erkekler sadece fiziki güçlerinin ardına sığınarak kendilerine annelik ve çocuklarını dünyaya getiren kadınların aslında karşı cinsten hiçbir noksanlığı olmadığını neden düşünemezler?
Sözleşmeye savaş açanlar tarihin her döneminde var olan farklı cinsel tercihleri engellemeyi başaran tek bir örnek gösterebilirler mi?
Böylesi bir düşünsel sefalet ve ilkel bir erkek egemen iktidar anlayışı günlük hayatımıza ne kazandırır?
Son söz: Kadınların özgürlük ve hak eşitliği mücadelesine erkeklerin de destek vermesi özgür ve mutlu, keyfiliklerden uzak bir toplum kurmanın kaçınılmaz gereğidir. Konunun bir kadın sorunu olarak görülmesi yanlıştır bu bir insan hakkı sorunudur. Kadınların bu alanda yaşayacakları bir hak kaybı erkeklerin de mevcut özgürlüklerini kaybetmesine dönük hızlandırıcı bir etken olacaktır.
O halde herkes cinsiyet farkı gözetmeksizin yaygın adaletsizlikleri meşrulaştırmaya dönük bu irticaya karşı durmalıdır!
Özgür bir insan olmanın gereği budur.