Asude bir bahar ülkesiydi Türkiye!
Göç yoluyla demografik olarak işgal edilerek dönüştürülmeye çalışılan ülkemizde bunun, sosyal ve ekonomik sonuçlarını en ağır şekilde hissettiğimiz günlerden geçiyoruz. Büyük Ortadoğu Projesi ve proje sahiplerinin diğer ülkeleri dönüştürme aracı olan göç olgusundan en fazla yara alan ülke, ne yazık ki Türkiye’miz oldu.
Yönetim sisteminin değiştirilmesiyle de yönetilemez hâle getirilen Türkiye, ekonomik olarak tarihinin en ağır şartlarında ve en fakirleştiği günlerini yaşıyor. Paramız bir pul gibi. Bırakın haftaları, günleri, saatleri, dakikalar içinde kâğıt parçalarına, metal yığınlarına dönüşüyor. Öyle ki 1 lira madenî parayı basmanın maliyeti bile 1 liramızdan daha fazla hâle geldi. Zamlar, sağanağı geçti artık bir kasırga gibi, anaforlar yaratarak umudumuzu, hayallerimizi, geleceğimizi alıp bilinmezliğe götürüyor.
Türkiye çok çeşitli krizlere gebe ve her kriz aynı anda doğmak istiyor. Bu çoğul doğumlar için teyakkuzda olup tedbir alması gerekenler de ortada yoklar. Denetleyecek, dengeleyecek ve tedbir alacak kurumların içi boşaltılınca da olan Türk milletinin bugününe ve yarınlarına oluyor. Bir elin inşa ettiği kaos akli melekelerimizi kaybettirecek derecede kendi düzenini oluşturmaya başladı. Kaos, yürünen menzil için, özenle kanıksatıldığımız bir düzen hâlini alıyor.
İlkokuldaki yavrumuzdan, yaşı yetmişi aşan yaşı ulularımıza kadar herkesi ekonomist yapan bir ekonomi anlayışı iktidarda. Hamdolsun (!) Vahye ve sünnete göre ekonomi yönetimi bahane, anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilk dört maddesindeki laikliğe, yürünen menzil ve ideolojileri için açılan savaş şahane!
İtibardan tasarruf edilmeyen ülkenin ahvâli
Yağ, şeker, un gibi en temel gıdaların satışı birçok markette adetlerle sınırlandırılmış vaziyette. Bebek maması, peynir gibi ürünlerin raflarda alarm ile kilitlendiğini gördük. Tuvalet kâğıdı altınla yarışır hâle geldi. Tavuk etinin 60, en ucuz dana kıymanın kilosunun 100 lira olduğu bir dönemin mağduruyuz. Ekmeğin sabit olması gereken gramajı ve fiyatı her fırında ayrı. Ambalajlı ürünlerin her geçen gün arş-ı âlâya çıkan fiyatlarına karşılık, ambalajları küçülmekten artık neredeyse görünmez olacak.
Günde ortalama 11 saat çalışmasına karşılık kirasını, faturasını ödeyemeyen, insanların yaşamak için değil, âdeta çalışmak için yaşadığı bir düzen kuruldu. Dünyanın en uzun süre çalışan ama en az kazanan bireylerin olduğu ülkelerinden biriyiz. Kayıtlı çalışan nüfusun %53’ünün maaşı asgari ücret veya onun 300-500 lira üstü. Değerini yitirmiş Türk lirası ile kazanıp, tüm giderlerini ve ülke borçlarını dolara endeksli ödeyecek kadar da aklı başında (!) bir ekonomi bilgimiz var.
Asgari ücret ortalamasıyla çalışanlar bırakın astronomik rakamlara ulaşmış ev araba almayı, ısınamıyor, sosyal hayatını yaşayamıyor, en vahimi yeterli ve dengeli şekilde beslenemiyor bile.
Yaşadığımız evler hızla küçülürken kiraları füze gibi fırlıyor. İşsizlik ve kayıt dışı yani güvencesiz çalışma almış başını gidiyor. Kâğıt, kâğıt ürünleri ve ambalaj sektöründeki tedarik sorunu ile SEKA ve Şişecam’ı, giyim ve tekstil ürünleri ile Sümerbank’ı, hatta sağlığa son derece zararlı sigarayı içenlerin TEKEL’i mumla aradığı günlerde stratejik kurumlarımız, şirketlerimiz bir bir el değiştiriyor. Ekonomistler, millî servetimiz haraç mezat yabancılar tarafından yağmalanıyor diye feryat ediyor.
Bunlar elbette hepimizin bildiği, konuştuğu sorunlar ama cevabını bilmediğimiz sorularımız da var. Üretimi ithalata dayalı, ekonomisi betona gömülmüş, tarımı terk edip sadece tüketen bir Türkiye yaratıldı. Artık kimsenin kime ne miktarda olduğunu kesin olarak bilmediği, hesap makinelerinin dahi hesap yapmakta zorlandığı devasa borçlarımız var. Oldukça fakirleşen ve dünyanın en ucuz işgücü olma yolunda hızla ilerleyen biz ve çocuklarımız, torunlarımız geçinemez ve yeterli beslenemezken yarın, bu borçları nasıl ödeyeceğiz?
SSCB dağılınca 1990’lı yıllarda ülkemize gelen Ruslara acırdık. Doktor, mühendis, öğretmen açlık sınırında şu kadar maaş alıyor diye. Bugün bir mühendis, öğretmen, hemşire, akademisyen vb. çalışan tüm giderlerin dolara endekslendiği Türkiye'de 1000 dolar maaş alabiliyor mu? Sahi asgari ücret kaç dolar? TL’nin hükmü var mı? Ama gençlerimizin ellerinde bavul, gözleri hudut kapısında, hayallerde Türkiye’ye elveda denilen pasaportlu fotoğraf karesi.
Ekonomi, adalet ve sığınmacıları hayati üç mesele olarak gören Türk halkı bir dertten daha oldukça muzdarip. Eğitim...
Kanaması hiç durmayan bir yaramız.
Köyleri boşaltan taşımalı eğitim, sözleşmeli adıyla emeği sömürülen öğretmenler, MEB’e paralel oluşturulan yapılar, Türkçe bilmeyen ya da eğitim alacak kadar Türkçeye hâkim olmayan Suriyeli çocuklar ile doldurulan okullar. Ömrünün en az 12 yılını okulda eğitim adıyla geçirip mesleksiz, vasıfsız, niteliksiz mezunlar sürüsü yaratan bir eğitim politikamız var. Yetmiyor her ile üniversite projesi ile herkese bir üniversite diploması verip diplomalı işsizler ordusu yaratmak gibi fanteziyle bir şeyler deniyoruz.
Olsun! Genç işsizliği 4 yıl öteleyelim, mezun olunca da bugünün şartlarında en az 30-40 bin TL civarında devlete KYK borcuyla borçlandırarak okuldan mezun edip, eline bir diploma tutuşturalım yeter!
İçeriği boş binalar içerisinde yabancı dil öğretebildiğimiz, meslek ve beceri kazandırabildiğimiz, donatabildiğimiz; nitelikli gençlerimizin büyük bir kısmı da Batı’ya gitmenin yolunu arıyor. Çünkü akla, bilime, liyakata dayanan insana yaraşır bir hayat sürdürebileceği işi bulamıyor. Bulsa da adaletin olmadığı, kural tanımaz, baskıcı bir ortam oluştu ki doktorlar, mühendisler, fizikçiler, kimyacılar vb. İyi yetişmiş beyinlerimiz akın akın yurt dışına gidiyor. Bu gençlerimiz Türkiye’nin en iyi ihracat malzemesi olmaya başladılar. Üstelik bu ihracatın hiçbir kazanç sağlayan tarafı da yok.
İlköğretim ve lise eğitiminde devlet kendisine ait yetkisini, imzaladığı protokollerle tarikat veya cemaatlerin açtığı, kanunen yasak olan medrese gibi ne idüğü belirsiz yapılarla paylaşıyor. Devletin uhdesinde olan eğitim-öğretim adım adım paralel yapılara terk ediliyor. Bu öyle gizli kapaklı da değil, alenen yapılıyor.
Türkiye’nin laik ve medenî yapısı, göçün getirdiği demografiyle değiştirilmek istendiği gibi, kendi ideolojilerine uygun hâle getirilmiş eğitim yoluyla da dönüştürülmek isteniyor.
Barınma ve ulaşım sorunu yaşayan 10 yaşındaki minik yavrumuz da 20 yaşındaki kanı deli akan gencimiz de kendini bu karanlık yapıların pençesinde buluyor. Kaç çocuğumuzun tarikat, cemaat yurtlarında tecâvüze, tâcize uğradığının, yandığının, göçük altında kaldığının hatta öldürüldüğünün sayısını bile hatırlamıyoruz. Bunlar 3-4 yaşından itibaren çocukları toplayan, adına sıbyan mektepleri denilen gerici, kime ve neye hizmet ettiği belli olmayan diyanet vs. kurumlarına bağlı ya da bağımsız şekilde teşkilatlanıp süratle Türkiye’nin hemen her yerine yayılmış muhtelif cemaat ve tarikatların alt yapıları.
Vatan sevgisini “Bir Suriyeli çocuğun gözünde gören” ülkenin Cumhurbaşkanı Türk çocuklarının kör edilen gözlerinde, darmadağın hâle getirilen ruhlarında, ırzına geçilen bedenlerinde nedense göremiyor. Ümmetin çocuklarına sahip çıkacağız derken Türkiye’nin çocukları hem ekonomi hem de ideoloji ekseninde heba ediliyor. Ama bu mutlaka değişecek, değişmek de zorunda.