Sorunlar yumağında, artık ne sorun, ne sorun değil ya da ne öncelikli olanlar hangileri kestiremiyoruz. Düşünmemiz gerekenler bazen kasıtlı olarak çıkartılan sunî krizlerle perdelenirken hem itibar, hem de para kaybı ile halk, tek taraflı olarak sürekli faturayı ödemeye mahkûm edilmiş durumda.
Hane halkındaki temel ihtiyaç olan elektrik, doğalgaz (veya ısınma), su, gıda, barınma, sağlık, eğitim ve ulaşım ihtiyaçlarının faturası ise artık altından kalkılamaz hâle geldi. İndirim görünümlü (B)indirimler, bol yüzdeli bindirimli fiyat güncellemeleri bile, zam yağmuru karşısında telâffuz edilmez oldu. Türk lirası ile kazanıp iğneden ipliğe her şeyi Amerikan doları ile almak zorunda bırakılan 83 milyon 614 bin Türk vatandaşı, bıçağın kemiğinde testere gibi bir ileri bir geri gitmesinin acısıyla kıvranıyor.
Resmî olarak 3.7, gayrıresmî olarak 7(+?) milyon sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye ekonomisi, ABD’de kelebek kanadını çırpsa (!) ağır bir şekilde hasta olup yataklara düşüyor. Göç sorununun yarattığı ekonomik kırılganlık ve güven kaybı, üzerine Türkiye’nin yönetilemez hâle gelmesiyle iyice kördüğüm oldu. Bırakın günleri haftaları, saatler çoğunlukla da dakikalar içinde hızla fakirleşiyoruz.
Böyle bir ortamda son on günde dünya siyasî tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir haricîye kriziyle karşı karşıya ge(tiri)ldik. Kerameti kendinden menkul (!) tutuklu Osman Kavala için yeri göğü inlettik! Batı’ya diplomaside savaş ilân edilmeden önce, köprüden önceki son çıkış kabul edilen “istenmeyen adam” ilân etme girişiminde bulunurken, içeriden de organize bir “muz provokasyonu” yaşadık. T.C. mührünü resmî kurum tabelalarından söken zihniyet de boş durmayıp Atatürk’ün adını bazı mekânlardan kaldırmaya devam etti.
Artık AK Parti Genel Başkanı Cumhurbaşkanı’nın yürüdüğü “Menzil”de olmazsa olmaz dinî-siyasî figürü Diyanet kurumu başkanı, yine millî bayramımızda Atatürk ve kurucu iradeyi anmadı tartışmalarında boğulduk. Son bir yılda Türk vatandaşı yapılan Suriyelilerin 7 yılda vatandaş olanlardan daha fazla olduğunu öğrendik. Suriye’ye Mehmetçiğimiz yollansın, canını ortaya koysun diye tezkere çıkartırken Türkiye’de 700 bin Suriyeli asker kaçağı genç, sağlıklı erkeğin olduğunu hiç ama hiç konuşmadık. Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkartacak girişimlerde bulunduğunu ve ittifaklar kurduğunu anlatanların sesi ise bu karmaşada hiç ama hiç duyulmadı.
Rusya ile ilişkilerimiz ağır yönetim enfeksiyonuna şifa olur niyetine, içilenin azı yarar çoğu zehir, acı kekik çayı kıvamında bir ileri iki geri. ABD ise zencefilli karabiber çayı gibi hem damağa, hem mideye zarar hem de sürekli tansiyonu yükseltiyor. Bu yüksek tansiyonun bünyeye vereceği zarar ise kaçınılmaz. Türkiye ise tüm Orta Doğu’da ne kadar cinayet işlemiş, insan kasaplığı yapmış terörist varsa onların yuvalandı(rıldı)ğı İdlib ile yatıyor, İdlib ile kalkıyor.
Eşit yurttaşlık mı, yurttaşların eşitliği mi?
Tüm bunlar yaşanırken İYİ Parti lideri Meral Akşener ile Siirtli bir Türk vatandaşı arasında yaşanan “Burası Kürdistan” diyaloğu çok konuşuldu. Ya da bazıları için körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz durumu oldu. Hemen eşit yurttaşlık söylemleri propagandacıların dilinde algılarımıza gergef gibi işlenmeye başladı. Niye yurttaşların eşitliği istenmiyor da ille de eşit yurttaşlık isteniyor?
Anayasamızın onuncu maddesi “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” hükmündedir. Yani yurttaşların eşit olduğunu garanti altına almıştır. İnsan hak ve hürriyetleri, adalet, eğitim, sağlık, istihdam gibi alanlarda bir sorun varsa bu tüm Türk yurttaşlarının sorunu değil midir? Buna rağmen peki nedir bu eşit yurttaşlık ısrarı?
Birgül Ayman Güler; “Eşit Yurttaşlık anlayışında devlet; siyaset, din ve yargıda bireylerle değil etnik topluluklarla ilişki kurar. Bu, çok milliyetli ve çok milletli bir sistemdir. Bu sistem bireyin toplumsal özgürlüklerini ortadan kaldırır. Eşit yurttaşlık temelinde ortak vatan demek ise, Türkiye ve Kürdistan demektir. Bu değişikliğin yaratılması için anayasa değişikliği gerekir. Eşit yurttaşlık etnik yurttaşlıktır.” diye tarif etmektedir. Yani Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyet’ini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” diyerek etnisiteye dayalı değil, birliğe vurgu yaparak inşa ettiği ulus bilincini, Anayasa madde 66’daki “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” hükmünü ortadan kaldırarak, ulus bilincini yok edip üniter yapı yerine etnisiteye dayalı bir yapı oluşturmanın kilit cümlesi diyebiliriz.
Türk kimliğinin anayasaya göre açıkça etnik kimlik olarak değil, bir üst kimlik olarak benimsendiği sabit. Buna rağmen sürekli yeni anayasa tartışmaları var ve her anayasa tartışmasında değiştirilmek istenen ilk 4 ve 66’ncı madde ile “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” hükmündeki 6’ncı madde oluyor.
Çünkü hedef; etnisiteye daha âmiyane tabirle ırka dayalı bir Anadolu coğrafyası, kimine göre Tek(istan), kimine göre (Cumhurbaşkanı’nın eski danışmanı Adnan Tanrıverdi) ASRİKA kimine göre Kürdistan, Lazistan, Pontus vb.’den ibaret Sevr haritası... Kısaca varılmak istenen “Menzil”in hedefi, egemenliği elinden alınmış Türk milleti...
Yine B.A. Güler “Eşit Yurttaşlık: Anadillerin ulusal ve bölgesel resmî dil hâline gelmesi, yani tüm devlet ve toplum hizmetlerinde çoklu resmî dil olması. Seçimlerde ülke parlamentosunun ve belediye meclislerinin etnik topluluk kotaları temelinde oluşturulmasıdır.” şeklinde ortaya koyuyor. Ana dil Türkçe iken ana dili olan Kürtçe yarın Arapça vb. ana dil, yani resmî dil olması talepleri, Türk vatandaşlığı yerine, Türkiyelilik veya Türkiye vatandaşlığı gibi ifadeler ne kadar da iyi niyetli (!) değil mi?
Çok hukuklu, çok dilli, çok milliyetli, çok etnisiteli yapının Türkiye’yi nereye götüreceği de SSCB, Yugoslavya, Irak ve Suriye örneklerinde capcanlı olarak karşımızda durmaktadır. Merak edenler bu tanımı Suriye’nin kuzeyinde PKK/PYD’nin Suriye’deki yapılanması Demokratik Suriye Meclisi eşbaşkanlarından İlham Ahmed’in 15 Eylül’de verdiği mülakatta, devletleşen PKK için nasıl hayata geçirmeye başladığını anlattığı projesinden okuyabilir.
Bireylerin doğuştan elde ettiği haklar ile bir gruba, ırka aidiyeti sebebiyle sahip olmak istediği haklar ve ayrıcalıklar millî (ulus)-devlet sistemini yıkıma götüren en kestirme yoldur. Türkiye, anayasasında belirtildiği şekliyle üniter ve millî devlettir. Bir ülkede grup ya da etnik toplulukların isteklerine göre bir anayasa oluşturmaya kalkıldığında asıl eşitsizlik, eşitsizlikten de öte kaos o vakit başlayacaktır. Demokrasi görünümlü ırka, yani etnisiteye dayalı inşa süreci bir süre sonra özüne dönecek ve içerisinden kendi kendisini (kendi halkını) yönetme iddiasında olan devletçikler çıkaracaktır. Tarih bunun örnekleriyle, çöpe atılmış devletçikler ile dolu.
Jose Saramago’nun Körlük kitabındaki o cümleler gibi “Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük. Gören körler mi? Hayır! Gördüğü hâlde görmeyen körler...”